Darul İslami'tikadSual & Cevâb

Şeriat Nazarında “Aklın” Mevḳi‘i

Şeriat Nazarında aklın Mevḳi‘i Nedir?

Matematik, Geometri ve Astronomi gibi ilimlerin müspet veya menfi denebilecek şekilde din ile alakalı bir ciheti bulunmamaktadır. Bu ilimlerin mevzuları, aklî delillerle ispat edilen mes’eleler olup, öğrenildikten sonra inkâra mahal bulunmayan hususlardır. Din adına bu gibi ilimlere i’tiraz etmek, dine zarar verir. Hatta reddedenin aklında ve dininde bir kusur olduğu şüphesi uyanabilir. (1)

Bu gibi ilimler de akl-ı kullanma da bir hudut yoktur. Bu sebeble menfi, müspet ve ya batıl neticeler doğurması, sadece teoride kalması gibi semereleri olması cihetinden bakılacak olursa, Şerîat’ın bu gibi ilimlere karışması mümkin gözükmemektedir.

Buna nazaran yarattıklarına cüz-i akıl veren Şāri Teâlâ cihetinden konulan ve sabiteleri olan umdeler/kanunlar bütünü Şerîat ise bu gibi değildir.

Şerîat, ona tābi‘iyyet iddia eden mükelleflerin amelleri, sözleri, ve i’tikadları ile alakalı riâyet edilmesi gereken sınırları koyan, bu sınırlara riâyet eden tābi‘ine Dünya ve Âhiret saâdeti vaad eden umdeler bütünüdür.

Esasında şu tarif dahi, anlayışı kuvvetli kimseler cihetinden mes’elenin hülasasıdır.

Şerîat, mahlukların akılları nazar alınıp konulmuş hükümler olmayıp, mükelleflerin maslahatı gözetilerek konulmuş kaidelerdir. Ulema, Allâh’ın hükümlerinin, kulların maslahatlarına riâyet prensibiyle muallel olduğu üzerinde ittifak etmiştir.

Çünki, insanın dini kendine muhtaç değildir. Bilakis insan, dalâletten kurtulmak için maslahatı icâbı kendisi dine muhtaçtır. Dolayısı ile şeriat, aklın hitap ettiği değil, mahluk olan akla, nakiller vasıtası ile vaaz eden bir dindir.

Şerîatte nakil esasdır o alınır ve metbû (tâbi olunan) kılınır. Çünki aklın, bir din sahibi olduğu iddiası neticesinde mükellef olarak tabi olduğu dinin esasları mevzu’ olduğunda kendi zannına göre iyi ve güzeli ayırt etme de bir salahiyyeti yoktur.

Şayet Şerîat, akıl ile ıspatlanmış, zannlar üzerine şekillenmiş bir yapıda olsa idi yine akıl ile iptali câiz olurdu.

Akıl, şeriate bir hudut belirleyemez. Aksine nakil akla bir hudut belirler. Mükellefin fiillerinde, sözlerinde ve i’tikadlarında bir sınır çizer ve durması gerektiği yeri beyan eder. Akıl, ancak bir muâvin mesabesinde olup, Şeriatin müsaadesi çerçevesinde katkı da bulunur. Biz buna kıyas diyoruz. Kıyas da her ne kadar akıl yürütme ile hükme varılsa da bu, ehli tarafından, bir usul çerçevesinde, esasları gözeterek varılan neticedir.

“İslâm akıl/mantık dinidir” demenin günümüz de kalbi hastalıklı olanlar cihetinden kasdedilen mânâsı: “Mantığın almadığı hükümler doğru değildir. O halde, mantığımıza mugayir olan her şey hatalıdır. Çünki, İslâm akıl dinidir. Aklımızın almadığı şeyler dinde yoktur.” Demektir. Günümüzde edilen lakırdılara bakılacak olur isek, mânâ tamı tamına bu meyandadır.

Şu izahata nazaran, nakil esas alınmasa, emredilen 5 vakit namazın belli vakitler de tarif edildiği şekilde kılınmasına akıl ne diyebilir? Nakli esas almayan hastalıklı akıl, namaz mefhumuna “sadece dua etmekten ibarettir.” Deyip esâsı ve edâsı hakkındaki delilleri böylelikle iptal de edebilir.

Böylece bir sınırı akıl yürüterek aşmak, onun benzeri esaslarda da akıl yürütmesinin caîzliği ve sınırı aşması manasına gelir ki bu Şerîatı iptal etmektir.

Bir kimse namazın vücûbunu sadece “namazı kılınız”  (2) [أَقِمِ الصَّلاَةَ ]

Ayet-i kerîmesini esas alarak da ortaya koyması münasip değildir. Çünki, mücerred bu âyete istinad ederek koyduğu bu delil dahi bir çok cihetten şüphe vârid olabilir, eksik kalabilir, usulsüz izahlar getirilebilir ve bu sebeble tenkid vesilesi olabilir.

Fakat, bu âyet çerçevesinde ki hadîs ve sahâbe’nin tatbiki mevzusundaki harici deliller, izahlar ve bunların üzerine bina edilen hükümlerin çokluğundan sebeb ortaya konan ve nakiller ile bize gelen haberler ile namazın vucûbu ve eda şekli şüpheye mahal bırakmamaktadır.

Yine misal verecek olur isek, ayaklara giyilen mestlerin üzeri meshedilir. Halbuki kirlenen tarafı altıdır. Şayet, aklın şu mes’ele de bir selahiyyeti olsa idi altının meshedilmesini münâsip görebilir idi. Halbuki, sadece üzerinin meshedilmesi ile alâkalı bu emir, bize nakil ile vârid olmuştur.

Ve ya oruç hakkında Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz. [يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ](Bakara Sûresi; 183)

Ayetinde geçen “sayılı günler” ifadesine karşı nakli esas almayan hastalıklı akıl, oruç ibadetinin Ramazan ayı harici bir vakitte eda edilebileceğini de söyleyebilir.

Nitekim günümüzde, sıcak yaz günlerine rastlayan oruç ibadeti hakkında “Zannıma gore, kış mevsimine sabitlenebilir” vâri ârızalı lakırdılar edilmiyor da değildir. Halbuki, kat’i surette Ramazan ayında eda edilebileceğine dair bu delil, bize yine Rasulullah ve sahabe tatbiki ile vârid olmuştur.

Eğer zannlar, şerîatın esasına tahalluk etse idi, o vakit şüpheninde devreye girmesi söz konusu olurdu. Nakil esas alınmadan varılan her neticenin batıllığı söz konusu olduğundan, esasında onun din olmadığa süphe yoktur.

Eser miktar dahi şüphe hâsıl olsa, bu Şâri’ Teâlânın  “Kuranın muhafazası” 3 [  إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ ] adına verdiği teminata mugâyir bir neticedir.

Bir kimsenin, mütehassısı/uzmanı olduğu bir meslekte, o mes’eleden anlamayan başka bir şahsın o mesleğin icâbına gayr-ı fikir beyan etmesine aldırış etmemesi, tenkid etmesi hatta tahkir etmesi, buna nazaran mevzu din oldumu nakli esas almayıp zann-ı batılını esas alması şaşılacak bir iştir.

Kendi mesleğinin mütehassısı olduğunu haklı olduğu halde beyan ve müdafaa etmesi, lakin yaratıcısı cihetiyle konmuş sabiteler de veya insan üstü gayret sarf ederek din de mütehassıs, mümtâz ulemā’nın Kur’an ve Sünnetten çıkardığı hükümlere aldırış etmeyip, mütehassısı olmadığı halde mantığını esas alması ancak, usulsüz, gayr-ı ciddi ve ya hain bir beşerin işi olsa gerekir.

Bu suretle, usul çerçevesinin dışına çıkıp, mantığını hala daha naklin üzerinde gören aklın, Din-i İslâm’ı (haşa ve kella) eksik ve hakir görüp, onu Hristiyanlık ve ya Yahudi dinine benzetmek, müslümanlığın kalpte ki mevki-i ihtiramına zeval getirmek, değiştirmek maksadını taşıdığından ve Din-i İslâm’ın imhasına gaye edinen düşmanı olduğu aşikar olduğundan sebeb, hakikatte bu şahsın şerîat ile bir münasebeti kalmamıştır.

İslâm hukūku, sâir hukūklara benzemediği gibi, Hristiyanlık gibi ilâhi umdelerden mahrum ve insan eliyle değişikliğe elverişli bir hukuk sistemi değildir.

Cemiyyeti ıslah etmek yerine, şeriatın umdelerini kendi yaşadığı vasata/ortama usulsüz adapte etmeye yeltenmek, uhreviyyattan mahrumiyyetin ve gay-ı ciddiliğin bir semeresi olup tamamiyle batılı/modernist bir bakış açısının bir mahsülüdür.

“Allâh Teâla, şerîatı, insana kendisini ve cemiyyeti ıslah etsin diye vahyetmiştir. Düzelmeğe muhtaç olan insandır, Allah’ın (Celle Celaluhu) vahyettiği din değildir!” (4)

Şâri’ Teâlâ’nın Kur’anın pek çok yerinde “akletmek” (5) [لِّأُوْلِي الألْبَابِ] ile alakalı ayetleri ise Din-i İslâm’ın umdeleri hakkında mahlukların tecribe etmesi demek olmayıp, hikmetine binâen tefekkür etmesi, bu kadîm kelâm karşısında onun maslahatı (6) cihetinden evvela iman etmesi, akabinde teslim olması, haddini bilmesi, edebe riayet etmesi esasına dayanır.

Temelde akıl, Şeriate inanıp inananmamasına göre kıymet kazanır. Eğer nakillerden ibâret olan Şer’i şerifi kabul etmiyor ise, bunun sebebi esasında aklın bizatihi değil, akla perde olan kibirdir. Bu, akıl da zaafiyet olduğunun alametidir.

Unutmamalıdır ki, sâir yaratılanların akılları ile kıyas dahi edilemeyen Peygamberân-ı izam dahi nakle/vahye tabidir. Kaldı ki onlarda ki ilim, İns ü cinn ve meleklerin akl-i ve nazari de ulaşacakları son hudut dahi bir Peygamber için iptidâ/başlangıç mesabesidir.

Onların kemal ve olgunlukları, vahiy olmayan yerde ve ya bilemedikleri şey hususunda Peygamber oldukları halde akıl yürütmek değil, naklin memba’ı olan Allah’a havale etmektir.

Hakikatte, bir dine aidiyyet iddia eden her mükellef maslahatı gereği nakile muhtaç olup o umdelere tabi olması elzemdir. Şer’i Şerif mevzu olduğunda aklının yegâne vazifesi, Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi yerli yerince yaratma, her şeyi lâyık olduğu yere koyma sırrına mebnidir.

 

DİP NOTLAR
  • Gazzâlî, el-Munkız’u-Mine’d-Dalâl, trc. Güngör, Hilmi, İstanbul 1948 s. 18-20.
  • İsrâ: 78
  • Hicr: 9
  • Seyyid Hüseyin Nasr, “Şeriat”, İslâm-İdealler ve gerçekler, trc. Ahmet özel, Istanbul 1985, 107
  • Âl’i- İmrân: 190

* Metinde mezkur meâllerin tamamı Hey’etin “Kur’ân-ı Kerim Meâli (Diyânet İşleri Başkanlığı yayınları)” adlı eserden iktibas edilmiştir.

 

 

 

 

İLYÂS C. YILDIZ

İslâm Devletler Hukūḳu

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu