ReddiyeTenkid

REDD-İ TALU (2)

Ahmed Özel’den intihâl edip yazdıklarına tekrâr tamâmen mugâyir bir şekilde ikinci şartın mezkûr îzâhını sanki zikr eden bi’z-zât kendisi değilmiş gibi yok sayıp, mezkûr şartın sâdece metnini işâret-i tırnak içine alarak,

  • “Ülkede ilk emânları üzere bulunan hiçbir müslimân veyâ zimmînin kalmaması” şartı da ülkemiz için mevzûu bahis değildir.”

Demekle iktifâ edip, mezkûr eserinin, mezkûr kısmının, “Dâru’l-İslâm Nasıl Dâru’l-harbe Dönüşür? ” ara serlevhalı kısmın 88. sahîfesinde,

  • “İkinci şartda geçen ilk emândan maksad ise düşman istîlâsından önce dâru’l-islâmda müslimân ve zimmîlerin islâm hukūku [el-fıkhü’l-islâmi] gereğince [mûcebince] sâhib oldukları can ve mâl güvenliğidir [emniyyetidir]. Bu güvenlik [emniyyet] hiç kesintiye [inkıtâya] uğramadan devâm ediyorsa, o yer dâru’l-harbe dönüşmez [tahavvül etmez].”

Şeklinde kayıtlı bulunan îzâhı dikkate almadan,

  • “Çünki Türkiye bağımsız [müstakill] bir ülke olup gayr-i müslimlerin hâkimiyyeti altında değildir. Müslimânlar ile birlikde vatandaşlığı meydâna getiren azınlıkların [ekalliyyetlerin] bile hakları muhâfaza edilmekdedir. Yâni can ve mâl güvenliği [emniyyeti] kesinlikle [kat’iyyen] bulunmakdadır. Gayr-i müslim bir ülkede tek bir müslimânın emân içinde yaşaması o ülkenin tam olarak gayr-i müslim hâkimiyyetinde olmadığına delîl iken, 70.000.000 müslimânın emîn olarak yaşadığı ülkemize kesin [kat-î] bir şekilde dâru’l-harb denemeyeceği çok açıkdır.” diyor.

Halbuki, Dîn-i İslâm evlâd-ı Âdem’in can emniyyetinin te’mîn etmek için başda kısâs (suç ile cezâ arasında eşitlik [müsâvât]. suçluya işlediği suçun dengi bir cezayı uygulama [tatbîk etme]. Şer’an, kâtili maktûl mukâbilinde öldürmek veyâ yaralanmış ya da kesilmiş olan bir organa [uzva] karşılık bu işi yapan suçlunun aynı organını [uzvunu] yaralamak ya da kesmekdir. Kısâs, suçun kasden işlenmesi ve tam teşekkülü, mağdur tarafın talebde bulunması hâlinde ve usûlü dâiresinde uygulanır [tatbîk edilir]. Kısâs konusunda [mevzûunda] cins, ırk, sınıf hattâ din farkı gözetilmez (Hanefîlere göre).

Mağdur, isterse kısâsdan vazgeçer ve diyet alır veyâ karşılıksız afv eder. Kısâs cezâsını devlet edemez; çünki kısâsda gâlib olan kul hakkıdır. Kısâsın afvı halinde devlet, kamu düzenini [nizâmını] koruma amacıyla toplum [cem’iyyet] adına câniye ayrı bir ceza uygulayabilir [tatbîk edebilir] (5)  ve diyet, (Kan bedeli. Öldürme ya da yaralam gibi işlenen cinâyet sebebiyle mağdûra ya da vârislerine bir tür tazmînât mâhiyyetinde olarak ödenmesi gereken mâl.) (6) mâl emniyyetini te’mîn etmek için ise, başda hadd-i sirkat (şartları mevcûd ve usûlü dâiresinde sâbit olan bir hırsızlıkdan dolayı, hırsızın elinin kesilmesi şeklinde uygulanan [tatbik edilen] cezâ.

Muhrez bir yerden sirkat nisâbı bir mâlı gizlice alan âkıl ve bâliğ olan bir kimsenin, haddin düşürülmesini [iskâtını] gerekdirici [îcâb etdiren] bir sebebin bulunmaması hâlinde sağ elinin bilekden kesilmesi.) (7) olmak üzere hırâbe (Soygunculuk, yol kesicilik, eşkiyâlık. Şehir dışında silâhlı çete oluşdurma ve yol kesme.

Kuttâ’u’t-tarîk: Yol kesiciler, eşkıyâlar. Hânefilere göre hırâbe cezâsı şöyledir: Öldürme olmaksızın sâdece mâl almışsa sağ eli ve sol ayağı çapraz kesilir. Sâdece öldürmüş, mâl almamışsa öldürülür, asılmaz. Hem öldürmüş hem de mâl almışsa öldürülür ve asılır.

(Ebû Hânife, “Devlet reîsi isterse önce el ve ayaklarını keser sonra öldürür ve asar” demişdir.)

Sâdece yol emniyyetini ortadan kaldırır ve etrâfa korku salar, fakat mâl almaz ve öldürmezse, o takdîrde sâdece sürgün edilir. Hanefîler âyetde geçen [el-Mâide 5/33] “nefy” (sürgün) kelimesini “hapis” olarak tefsîr etmişler ve sürgün yerine haps edilmesine hükm etmişlerdir.) (8) ve tâzîr (İslâm hukūkunda, hakkında muayyen bir şer’i ceza (hadd-i şer’i) bulunmayan suçlardan dolayı ir suçluya devlet reîsi veyâ vekîli tarafından verilen azarlama, sert bir tavır takınma, dayak veyâ hapis şeklindeki ihtâr cezâsı. (9)

Tâzîr cezâları, hadd ve cinâyetlerde olduğu gibi emir bi’l-mârûf nehiy ani’l-münker vazîfesini yerine getirmenin önemli [mühim] araçlarından [vâsıtalarından] olup din, akıl, can, ırz ve mâlın korunması şeklindeki 5 temel amaca uygun [mutâbık] biçimde şer’ân mâsiyet olduğu bildirilmiş, ancak toplumların [cem’iyyetlerin] kendi şartlarına göre düzenlenmek [tanzîm edilmek] üzere cezâları tâyin edilmemiş fiillere yönelikdir [müteveccihdir].

Bu cezâlar Allâh hakları ve kul haklarının korunmasını hedefler; kötülüklerin yaygınlaşmasını bireylere [ferdlere] ve topluma [cem’iyyete] zarar vermesini önleyici, [mâni teşkîl etmeğe yarayan] suç işleyenleri te’dib ve ıslah edici [etmeğe yarayan] özeklikler [husūsiyyetler] taşır.) cezâlarını vaz’ etmişdir. (10) 

Bugün ise, dâru’l-islâm olan Devlet-i aliyye’nin (Osmânlı Devleti) târîh sahnesinden çekilmesiyle birlikde yerinde te’sîs edilmiş olan Türkiye Cumhûrriyeti Devleti’nin (T.C) kânûn-î esâsînde mezkûr cezâların hiçbiri mevcûd olmadığından ötürü, mü’min ve zimmîlerin bir dâru’l-islâm olan Devlet-i aliyye (Osmânlı Devleti) zamânında “islâm hûkuku [el-fıkhü’l-islâmî] mûcebince” sâhib oldukları can ve mâl emniyyetinin devâm etmediği ziyâdesiyle âşikârdır.

Mâmâfih “İmâm Kâsânî, “Dâru’l-islâm ve dâru’l-harb tanımlamasından [târîfinden] maksad, bi’z-zât islâm veyâ küfrün mâhiyyeti değildir.

Kasıt, emniyyet ve korkudur. Eğer emniyyet mutlak sûretde mü’minlere, korku da mutlak sûretde kâfirlere aidse o belde dâru’l-islâmdır.

Korku mutlak sûretde mü’minlere aidse, orası da dâru’l-harbdir. Hükümler, [Hüküm kelimesi, sözlük [lügat] anlamıyla [mânasıyla] [“iyileşdirmek amacıyla menn etmek, düzeltmek; kârar vermek mânalarında masdar ve “ilim, derin anlayış; siyâsî hâkimiyyet, karâr ve yargı [kazâ]”] (11) da bağlantılı [irtibâtlı] olarak islâm kamu hukūkunda devlet idâresini ve siyâsî otoriteyi, [sultayı] muhâkeme usûl hukūkunda mahkeme kararını ifâde eder.” (12)

“Kur’ân-ı Kerîm’de hüküm 30 yerde zikr edilir; fiili kalıbındaki kullanımlar ve diğer türevleriyle [müştakkâtıyla] birlikde bu sayı 2 misline çıkar ve yaygın olarak “yargılama, [muhâkeme] karâr verme” anlamını [mânâsını] taşır. Kur’ân’da hüküm Allâh’a, Peygâmbelere ve insânlara nisbet edilmişdir.

İlgili [alâkalı] âyetlerde belirtildiğine [tebârüz etdirildiğine] göre mutlak hüküm yalnız Allâh’a âiddir, O, hüküm verenlerin en hayırlısı olup en güzel hükümleri verir ve dilediği hükümleri koyar. Allâh, gönderdiği kitâblar aracılığıyla [vâsıtasıyle] insânların anlaşmazlığa [ihtilâfa] düşdükleri konularda [mes’elelerde] çözümler [hallar] içeren [ihtivâ eden] hükümler indirmişdir. İnsânların dünyâda bu hükümlere uyup uymadıklarını belirlemek [tâyîn etmek] ve ihtilâflı konularda [mes’elelerde] hakk olanı gösdermek üzere âhiretde son hükmü yine o verecekdir. Ayni âyetlerde Peygâmberlerin ilâhî hükümleri dikkate alarak insânlar arasında hükm etmek, bunu yaparken de beşerî duygulara [hislere] kapılmakdan sakınmakla emr olundukları ve onların bu tâlîmâtı yerine getirmeğe çalışdıkları açıklanmış, [beyânedilmiş] ayni emrin son Peygamber Hz. Muhammed’e de -Sallallâhü aleyhi ve sellem- verildiği beyân edilmişdir.

Hükmün insânlara nisbet edildiği âyetlerde ise kendi aralarında hükm ederken hakkâniyyetle davranmaları istenmiş, ilâhî hükümlere uymağa çağrılan mü’minlerin bunu teslîmiyyetle karşılamakdan başka çareleri bulunmadığına dikkat çekilmiş, ayrıca ilâhî hükümlerle hükm etmeyenlerin kâfir, zâlim ve fâsık oldukları belirtilmişdir [tebârüz etdirilmişdir].

  • Kur’ân’da hüküm bâzan ” ilâhî takdîr” mânâsında da kullanılmış, olaylar [vâkıât] karşısında Peygâmberlerle mü’minlere sabır tavsiye edilerek takdîr-i ilâhîyi beklemeleri emr edilmişdir.”] (13) emniyyet ve korkuya bağlıdır.” (14) demekdedir.”

Demekle de hem İmâm Kâsânî’nin mezkûr; hem de Ömer Nasūhî Bilmen’in, Türkiye’nin dâru’l-harb olmadığına vesîka add ederek zikr etdiği “Dâru’l-İslâm, müslimânların hâkimiyyeti [hâkimiyyet: [üstünlük/buyruğunu yürütme hâli] (15) Egemenlik; devletin başlıca unsuru olup, ferdî irâdelere hâkim olan ve devletde nizâm ve intizâmı te’mîne yarayan yüksek irâde] (16) altında bulunup müslimânların emniyyet ve güven [îtimâd] içinde yaşayarak dînî vazîfelerini îfâ etdikleri yerlerdir.

[Böyle olmayıp, dâru’l-islâm nâmına sulh muâhedesi yapmağa salâhiyyetli] Müslimânlar ile aralarında [beynlerinde] andlaşma [muâhede] bulunmayan [bu sebeple dâru’l-harb kalmağa devâm edip dâru’s-sulh statüsüne geçememiş], gayr-i müslimlerin [hâkimiyyet-i islâmiyyeyi (devletin başlıca unsuru olup, ferdî irâdelere hâkim (hükm eden, buyruğunu yürüten, egemen) olan ve devletde nizâm ve intizâmı te’mîne yarayan yüksek irâdenin Şerîat-ı garrâ-yı Muhammediyye olmasını kabul etmeyip şerîat kânûnlarıyla idâre etmeyi veyâhūd edilmeyi redd edenlerin] hâkimiyyeti [üstünlük, buyruğunu yürütme hâli, (17) egemenlik; devletin başlıca unsuru olup, ferdî irâdelere hâkim olan ve devletde nizâm ve intizâmı te’mîne yarayan [ve mer’iyyet kemâlizm, laisizm, (laiklik) faşizm, komünizm, liberalizm, demokrasi, siyonizm vs. şeklindeki isimler altında vücûd bulan] yüksek irâde] (18) altında bulunan yerler de dâru’l-harbdir.” (19) şeklindeki târîfâtını da fehm edemediğini izhâr etmiş olmakdadır.

Zirâ, müslimlerin “ülkemiz” deyip yaşadıkları yerlerde Şerîat kânûnlarını kânûn-i esâsîleri hâline getirip tatbîk edemiyor olmaları o yerlerde sâhîb-i hâkimiyyet olmayıp korku içinde bulunduklarını göstermekdedir.

Veyâhūd hiçbir tazyîk altında bulunmaksızın sâhib-i hâkimiyyet olduklarını ve korku içinde bulunduklarını beyân etdikleri hâlde, mü’min olmanın îcâbı olarak, şerîat kânûnlarını kânûn-i esâsîleri hâline getirip tatbîk etmemelerinden ötürü kâfir, zâlim ve fâsık olmalarına binâen,

“Dâru’l-İslâmda bir şehir veyâ bölge [mıntıka] halkının irtidâd (dinden dönme) ederek o yeri işgâl etmesi “tahakkuk etmiş ve son Osmânlı Devleti Şeyhü-l İslâmı Mustafâ Sabrî Efendi (m.v.1954) “Kânûn bakımından dünyâ ikiye ayrılır: Dâru’l-islâm ve dâru’l-harb..! Dâru’l islâmda islâm fıkhı hayâta hâkimdir, bütün işler Allâhü Teâla’nın indirdiği hükümlere göre tanzîm edilir. Orada mü’minler emniyyet içerisindedirler ve hâkim vaziyyetdedirler. Dâru’l-harbde ise islâm ahkâmı açıkdan redd olunur ve müslimanlâr, emnİyyetlerini yitirirler.

Türkiye’de kurulan demokratik-laik cumhûriyyet; medenî kânûnu kabûl etmek sûretiyle, islâm fıkhını mer’iyyetden kaldırmış ve diğer husûslarda da, Avrupa’dan getirilen kânûnlarla hükm etmeğe başlamışdır. Bu sebeple ikinci kısma [dâru’l-harbe] dahîl olmuşdur” (20) buyurarak mes’eleyi ilmî bir şekilde hükme bağlamışdır.
Ebû Hanîfe‘nin üçüncü, “ülkenin dâru’l-harbe bitişik [muttasıl] olması” şartının tahakkuk etmesi için herhangi bir dâru’l-harbe muttasıl olmak kâfî iken Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Yunanistan nâm dâru’l-harbler ile muttasıl olan, Türkiye hakkında “Türkiye dâru’l-harbdir” diyenleri uymamakla ithâm etdiği şu;
  • “Türkiye’nin dâru’l-harb olduğunu savunan [mudâfaa eden] kimselerin ortaya atdıkları görüşler soyut [mücerred] iddiâlara dayanmakdadır [istinâd etmekdedir]. Bir delîle dayanmadan [istinâd etmeden] gerçeklik payı olmayan soyut [mücerred] iddiâlara îtibâr edilmez.
  • Her ilmi, uzmanlarının [mütehassıslarının] tartışması [münâkaşa etmesi] ve bu konuda [mes’elede] fikirleri onların ortaya koyması gerekir.
  • Yoksa ehliyyet sâhibi olmadan, görüşlere dayanak [istinadgâh] olacak sağlam ilim yeterliliği olmadan kişilerin konular [mes’eleler] hakkında fikir belirtmesi [tebârüz etdirmesi] doğru olmaz.
  • Çünki her alanda [sâhada] olduğu gibi şer’î ilimlerde de mes’elelerin kesin [kat’î] delîllere dayandırılması [istinâd etdirilmesi] gerekmekdedir. Şer’î ilimlerin uzmanları [mütehassısları] da başda 4 büyük mezhebin imâmları olmak üzere müctehidler ve fıkıh âlimleridir.
  • Bu sebeple kim olursa olsun din adına konuşan bir kimse büyük müctehidlerin ictihâdlarını, fıkıh alimlerinin fetvâlarını göz ardı edemez.
  • Bu konuda [mes’elede] herkes haddini bilmek zorundadır [mecbûriyyetindedir].”

Usûl kâidelerine bi’z-zât kendisi uymayarak, tamâmen mugâyir bir şekilde Ebû Hanîfe’nin üçüncü şartının da bahis mevzûu ülkede tahakkuk etdiği şe’niyyetini haddini bilmeden, kat’i delîl olması bahis mevzûu dahi olmayan, tam mânâsıyla mücerred bir iddiâdan ibâret olan,

  • “ülkenin dâru’l-harbe bitişik [muttasıl] olması” şartı da savunma [müdâfaa] ve güvenlikle [emniyyetle] ilgilidir [âlakalıdır].
  • Sınırların [hududların] artık sâdece haritayı göstemede öneminin [ehemmiyyetinin] kaldığı günümüz dünyâsında, küreselleşme [globalleşme] sonucunda [neticesinde] dünyâ âdetâ tek ülke konumuna [mevkiine] gelmişdir.
  • Burada önemli [mühim] olan kendini savunmak [müdâfaa etmek] ve bağımsızlığını [istiklâlini] koruyabilmekdir. Bu nedenle [sebeple] farzedelim ki, ülkemizin dört bir yanı gayr-i müslim devleti [dâru’l-harb] ile çevrilmiş [muhâsara edilmiş] olsa da, Türkiye kendini savunacak [müdâfaa edecek] ve istiklâlini muhâfaza edecek güce sâhibdir.”

demek sûretiyle ibtâl etmeğe – ibtâl edebilmesi nâ-mümkin olduğundan – teşebbüs etmekle kalıp, ibtâl edemediğinden ötürü Türkiye dâru’l-harbdir demenin sapıklık olduğunu beyân etdiğinin (21) aksine ve Şeriât-Muhammediyye’de dâru’l-islâm – dâru’l-harb mes’elesini Cum’a namâzı ve fâiz mes’elelerine ircâ edip,

  • “Türkiye’nin dâru’l-harb olduğunu kabûl etsek bile, yine de cum’a namâzının kılınması gerekir.” (…) “Sizler ki, ülkemiz dâru’l-harbdir diyerek cum’a namâzını kılmıyorsunuz, fâizli işlemlerde [muâmelelerde] bulunuyorsunuz. Yâ Türkiye dâru’l-harb değilse?” 

demekle avâm hocasına dahi yakışmayan bir usûlsüzlükle hareket edip zann ve ihtimâl üzerine hüküm binâ etmesine binâen esâs alınıp amel edilmesi aslâ ve kat’a câiz değildir.

Mezkûr eserinin, mezkûr kısmının,

“Dâru’l-islâm Nasıl Dâru’l-harbe Dönüşür?” ara serlevhalı kısmın 88. sahîfesinde; Ahmed Özel’den intihâl ederek yazdıklarından, İmâm Şâfiî başda olmak üzere şâfiîlerin Şerîatda dâru’l-islâm – dâru’l-harb mes’elesine dâir vardıkları hükümlerin bir hülâsası mâhiyyetinde olan şu,

  • “2- Şâfiîler’e göre dâru’l-islâm daha sonra istîlaya uğramış olsa, hattâ istîlânın üzerinden uzun yıllar da geçse dâru’l-harbe dönüşmez [tahavvül etmez].
  • Dâru’l-islâmın dâru’l-harbe kesinlikle [kat’i sûretde] dönüşmeyeceği [tahavvül etmeyeceği] şeklindeki bu görüş, mülkiyyetin hukûken sâhib olamazlar. Ancak gerek bir islâm ülkesini [dâru’l-islâmı] istîlâ etmesi, gerekse Şâfiîler’e göre savaşın [harbin] sebebinin küfür [“Allâh Teâlâ’nın varlığını veyâ birliğini, veyâ ilâhî şerîatlardan veyâ Peygâmberlerden herhangi birisini inkâr etmekdir.”] (22) olması göz önüne alındığında bu devletle savaş [harb] hâlinde bulunulacağı ve ülkenin siyâsî ilişkiler [münâsebetler] açısından [zâviyesinden] dâru’l-harb sayılacağı da açıkdır.
  • Netekim halkının irtidâd ederek istîlâ etdiği ülke, İmâm Şâfiî’ye göre küfür hükümlerinin [gayr-i Şer’î kânûnların] uygulanmasıyla [tatbîk edilmesiyle] dâr’u’l-harbe dönüşür [tahavvül eder]. Zirâ malların ve arâzi mülkiyyeti esâsen irtidâd edenlere âid olup bir el değişdirme söz konusu [mevzûu bahis] değildir.”

sözleri zikr etdikden sonra mezkûr eserinin, mezkûr kısmının “Türkiye Dâru’l-harb midir?” Ara serlevhalı kısmın 94. sahîfesinde ise;

  • “İmâm-ı Şâfiî’nin görüşüne göre, dâru’l-islâm daha sonra istilâya uğramış olsa, hattâ istîlânın üzerinden uzun yıllar da geçse dâru’l-harbe dönüşmez [tahavvül etmez].” kısmını alıp, “Dâru’l-islâmın dâru’l-harbe kesinlikle [kât’i sûretde] dönüşmeyeceği [tahavvül etmeyeceği] şeklindeki bu görüş, mülkiyyetin hukûken gayr-i müslimlere geçmeyeceği anlamındadır [mânâsındadır].
  • Çünki, diğer 3 mezhebin aksine, Şâfiîler’e göre gayr-i müslimler istîlâ ile müslimânların mâl ve mülklerine hukûken sâhib olamazlar. Ancak gerek bir islâm ülkesini [dâru’l-islâmı] istîlâ etmesi, gerekse Şâfiîler’e göre savaşın [harbin] sebebinin küfür [“Allâh Teâlâ’nın varlığını veyâ birliğini, veyâ ilahî Şerîatlardan veyâ Peygâmberlerden herhangi birisini inkâr etmekdir.”] (23) olması göz ününe alındığında bu devletle savaş [harb] hâlinde bulunulacağı ve ülkenin siyâsî ilişkiler [münâsebetler] açısından [zâviyesinden] dâru’l-harb sayılacağı da açıkdır. Netekim halkının irtidâd ederek istîlâ etdiği ülke, İmâm Şâfiî’ye göre küfür hükümlerinin [gayr-i şer-î kânunların] uygulanmasıyla [tatbîk edilmesiyle] dâru’l-harbe dönüşür [tahavvül eder]. Zirâ malların ve arâzi mülkiyyeti esâsen irtidâd edenlere âid olup bir el değişdirme söz konusu [mevzuû bahis] değildir.”

mezkûr kısmını sanki zikr eden bi’z-zât kendisi değilmiş gibi yok add etmesinin de ötesinde dâru’l-islâmın dâru’l-harbe tahavvül etmesi mes’elesini dâru’l-harbin dâru’s-sulh statüsüne geçmesi mes’elesiyle karışdırarak ve üstelik İmâm Şâfiî’nin ülkenin mülkiyyet hukûku îtibâriyle dâru’l-islâm kalmaya devâm etmesine rağmen siyâseten dâru’l-harbe tahavvül etdiği şeklindeki ikili tellakîsini de – hüs-ü zann edersem – hiç fehm edemediğinden dolayı

  • “Ayrıca İmâm-ı Şâfiî’ye göre müslimânlarla barış [sulh] hâlinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri dâru’l-harb değildir. İmâm-ı Şâfiî’ye göre, bir diyârın [ülkenin] dâru’l-harb olması için, müslimânların idâresi altına hiç girmemiş olması ve müslimânlarla barış [sulh] hâlinde olmaması lazımdır.”
  • “İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin görüşüne göre başda ülkemiz olmak üzere Balkanlarda ve Asya’da birçok [nice] ülke dâru’l-harb değildir. Meselâ Bosna, Bulgaristan, Kırım…”
  • Yukarıda belirttiğimiz [tebârüz etdirdiğimiz] gibi, ne İmâm-ı Âzam ne de İmâmeyn’in ileri sürdüğü [serdd etdiği] şartların hiçbiri tam anlamıyla [mânâsıyle] ülkemiz için geçerli [cârî] değildir. Bunun yanı sıra İmâm-ı Şâfiî’nin görüşü de
  • “Türkiye dâru’l-harb değildir” görüşünün hakîkatini ortaya koymakdadır.”

Demesi ile diğer bâtıl lakırdılarının yanı sıra ehl-i sünnet kaynaklarının hiçbirinde mevcûd olmayıp bi’z-zât uydurduğu şu,

  • “ilk başda bu iddiâ, idâredeki kişileri küfürle ithâm etmek anlamına [mânâsına] gelir. Açıkça ben gayr-i müslimim demeyen bir kimseyi tekfîr etmedir ki, son derece ciddî sorumluluğu [mes’ûliyyeti] vardır.” (24) bâtıl lakırdısı da göstermekdedir ki, Şerîat-ı Muhammediyye’de dâru’l-islâm – dâru’l-harb mes’elesine zerre mikdârınca dahi vâkıf olmamasına rağmen – tam da şikâyet etdiği gibi – haddini bilmeden hüküm vermek sûretiyle Şerîat kânûnlarıyla idâre olunmak dâvâsına zarar verdiğinden ötürü sâhib-i şuūr din kardeşlerimizin teessürât-ı şedîdeye dûçâr olmamalarına sebep olmuşdur.
  • Fi’l-hakîka İmâm-ı Şâfiî’nin vardığı hükümlere göre Türkiye, mâllarda bir el değişdirme mevzu’ı-bahis olmadığından hem mülkiyyet hukūku îtibâriyle (“istîlâya uğrayan dâru’l-islâm yeniden fetih edildiğinde, mülk eski sâhiblerine verilir.

Fakat bu görüş, kısa süren istîlâlarda geçerli [cârî] olabilirse de uzun süren bir istîlâ hâlinde kâbil-i tatbîk olmayıp pratikde [tatbîkâtda] bir önemi [ehemmiyyeti] yokdur.”) (25)

(binâenaleyh) hem de siyâseten (olmasının yanı sıra tatbîkâtda (pratikde) bile )  dâru’l-harbdir.

Zirâ, “İmâm Şâfiî’ye göre küfür hükümlerinin [gayr-i şer’î kânûnların] uygulanmasıyla [tatbîk edilmesiyle] [dâru’l-islâm] dâru’l-harbe dönüşür [tahavvül eder].”

Dâru’l-harbde Cum’a Namâzı

Mehmed Talu “Cum’a Günü ve Namâzı – Türkiye’de Dâru’l-harb Tartışmaları” (“Mehmed Talu Hoca ile Dînî Mes’elelerimiz Bülteni: 32-Namâz Özel Sayısı: 2”, İstanbul,m.Hazîran-2009, Tereke Yayınevi) nâm eserinin Türkiye’de Cum’a ve Dâru’l-harb Mes’elesi” adlı kısmının” Dâru’l-harbde Cum’a Namâzı Kılınmaz İddiâsı ara serlevhalı kısmın 98. sahîfesinde, sahîh kaynaklardan iktibâs ederek zikr etdiği şu;
  • “(…) Kâfir vâlîlerin bulunduğu beldelere gelince, oralarda da cum’a ve bayram namâzlarını kılmak câizdir. Kâdî ise, müslimânların rızâ ve muvâfakatlarıyla kâdî olur.[Böyle bir beldede yaşayan müslimânların] idârecilerden de müslimân bir vâlî istemeleri gerekir.”(26) 

Ve mezkûr eserinin, mezkûr kısmının “Dâru’l-harbde Kâfirlerden Cum’a İzni İstenemez İddiâsı” ara serlevhalı kısmın 99. sahîfesinde;

  • “(…) Veliyyü’l-emr [Emir sâhibi. Ülkesini Şerîat kânûnlarıyla idâre etmekle vazîfeli hükümdâr] varken onun emri veyâ izni olmadıkça cum’a [namâzı] sahîh olmaz. Fakat veliyyü’l-emr yoksa veyâ ondan izin almak mümkin olmazsa, [namâz-ı] cum’ayı kıldıran imâm fitne veyâ ölüm sebebiyle hâzır bulunmazsa, cum’a [namâzı] vakti de girmişse, müslîmanlar kendi aralarında bir imâm seçerler [intihâb] ederler ve cum’a namâzlarını edâ ederler. Bu husūs imâm-ı Muhammed’den böyle rivâyet edilmişdir. Çünki Hz.Osman-Radıyallâhü anh -evinde muhâsara edildiği zamân, müslîmanlar Hz.Alî’ye-Radıyallâhü anh- geldiler. O da onlara cum’a namâzını kıldırdı.” (27)

Ve mezkûr eserinin, mezkûr kısmının, mezkûr ara serlevhalı kısmın 101. sahîfesinde;

  • “Bir beldede cum’a [namâzını] kıldıracak kâdî ölse, ölenin yerine halîfeden izinli biri bulunmasa, halk birinin cum’a namâzını kıldırması için ittifâk etse zarûret bulunduğu için cum’a namâzı kılmak câiz olur.” (28)  Ve  “Kâfirler tarafından tâyîn edilmiş müslimân bir vâlînin bulunduğu beldede de cum’a ve bayram namâzları kılmak câiz olur. Kâfir vâlîlerin bulunduğu beldede de yüne cum’a ve bayram namâzları kılmak câizdir. [Namâz-ı] Cum’ayı kıldıracak kâdî müslimânların rızâsıyla kâdî olur.” (29)

Ve mezkûr eserinin, mezkûr kısmının, mezkûr ara serlevhalı kısmın 102. sahîfesinde de;

  • “Bir beldenin idârecisi kadın veyâ mütegallibe olur da imâmete ehil bir erkeğe cum’a namâzını kıldırması için emr ederse, bu câizdir.” (30)

şeklindeki fetvâlara rağmen;  Mezkûr eserinin, mezkûr kısmının “Dâru’l-harbde Cum’a Namâzı Kılınmaz İddiâsı” ara serlevhalı kısmın 98. sahîfesinde;

  • “Kur’ân ve Sünnet’in kesin [kat’î] emrine rağmen [namâz-ı] cum’anın kılınmasını, ısrârla kılmayıp, başkalarına da yasaklayanların bu tavırlarıyla taban tabana zıdd sloganı şudur: “Temel kaynağımız Kur’ân ve Sünnetdir. Referansımız bu ikisidir. Biz Kur’ân ve Sünnet’e bağlıyız!”
  • “Ya bu sözü söylemesinler, ya da Kur’ân ve Sünnet’in emrini yerine getirmeyi suç saymasınlar”, deme hakkımız olmalı değil mi?” demesinin yanı sıra
    Mezkûr eserinin, “Cum’a Namâzının Şartları” nâm kısmının “Yurt Dışında Cum’a Namâzı” ara serlevhalı kısmında da (s.70);

“Dâru’l-harbde bir arada bulunan müslimânlara da cum’a namâzı farzdır. Çalışılan işyeri [sâhibi] iknâ edilerek cum’a namâzı kılınmalıdır. Kılma imkânı bulunamazsa, öğle namâzı kılınmalıdır. Ancak cum’a namâzı kılmamanın büyük bir vebâl olduğu unutulmamalıdır.”

Şeklindeki lakırdılarına binâen Şerîat-ı Muhammediyyede dâru’l-harbde cum’a namâzı mes’elesini de fehm edemediği görülmekdedir.

Zirâ sahîh kaynaklardan iktibâs edip zikr etdiği bütün fetvâlarda dâru’l-harbde cum’a namâzının edâsının farz olduğu değil, câiz olduğu, yânî kılınması farz olmamakla berâber müslimlerin köyde dahi olunsa toplanıp rızâlarıyla aralarından ehl-i sünnet ve’l-cemâat mensûbu, ehl-i ilim, şeriâtda dâru’l-islam – dâru’l-harb mes’elesine vâkıf, şerîat ile idâre olunmak dâvâsının yılmaz müdâfii, amel-i sâlih, takvâ ve şuūr sâhibi, namâz kıldırmağa ve hutbe îrâd etmeğe ehil bir kimseyi imâm-hatîb intihâb etmek sûretiyle cum’a namazını kılmaları hâlinde sahîh, ahkâm-ı şer’iyyeye muvâfık olacağı beyân edilmişdir.
Mezkûr şekilde hareket edememeleri hâlinde ise, ehl-i sünnet ve’l-cemâat mensûbu, şerîat ile idâre olunmak dâvâsının müdâfii  ilim, amel-i salih, takvâ ve şuūr sâhibi, bâzı mes’elelerde kâfirlere olan itâatı hîle esâsına istinâd eden, namâz kıldırmağa ve hutbe îrâd etmeğe ehil bir imâm-hatîbin bulunduğu herhangi bir mescid veyâhūd câmide cum’a namâzını – ihtiyaten – zuhr-i âhir namâzıyla berâber cem’an 16 rek’at olarak kılmaları doğru ve güzel olandır.
Mâmâfîh cum’a namâzını kılmamaları hâlindeyse harâm işlememiş iseler de öğle namâzının edâsının farziyyeti sâkıt olmadığından kılınması mutlakâ lâzımedir.

 

– BİTTİ –

DİPNOTLAR
(1) “Cumhûriyyet döneminde [devrinde] (…) genellikle [umûmiyyetle] irticâ ile kasd edilen şey, anayasayı [kânûn-i esâsiyi] değişdirerek dînî esâslara [Şerîat-ı Muhammediyyeye] dayalı bir devlet düzeni [nizâmı] kurmak istemek ve bu yolda faâliyyet göstermekdir. Türkiye’nin siyâsî şartlarındaki gelişmelere bağlı olarak irticâın anlam [mânâ] alanı [sâhası] tekrâr genişletilerek başda belirli [mu’ayyen] tarzdaki kılık kıyâfet [hanımlarda çarşaf, beylerde sarık, cübbe, şalvar] olmak üzere halkın bir kesiminin [kısmının] hayât tarzı, düşünce ve davranışları da [hareketleri de] ayni kelime ile ifâde edilir olmuşdur. (bkz. Sitembölükbaşı, Şâbân, “irticâ” DİA, istanbul, m. 2000, c.22, s.459)

(2) Erdoğan, Mehmed, “Hâkimiyyet” Fıkıh ve Hukūk Terimleri Sözlüğü, istanbul, m.2013,4.Baskı, s.171, Neşriyyât

(3) “Diyânet İşleri Başkanlığı, 1924 yılından îtîbâren fi’len, 1961 (md. 154) ve 1982 (md.136) anayasaları [kânûn-i esâsileri] ile de anayasa [kânûn-i esâsi] gereği olarak [mûcebince] genel [umûmî] idâre içinde yer alan bir kuruluşdur [mü’essesedir]. Bu kuruluşa [mü’esseseye] genel [umûmî] idâre içinde yer verilmesi, bir tarafdan devletin dîne müdâhale etdiği, diğer tarafdan devlet bütçesinden din hizmetleri için harcama yapılmasının laiklik ilkesiyle [umdesiyle] bağdaşmadığı ileri sürülerek [serdd edilerek] eleşdirilmişdir [tenkîd edilmişdir]. Netekim 657 sayılı Devlet Me’mûrları Kânûnu’nun değişik 36. maddesindeki din hizmetleri sınıfıyla ilgili [alâkalı] hükümlerin ve 633 sayılı kânûnun, anayasanın [kânûn-i esâsinin] laiklik ilkesine [umdesine] aykırı [mugâyir] olduğu iddiâsı ile ibtâli için Anayasa Mahkemesi’nde dâvâ açılmış, bu iddiâ yüksek mahkeme tarafından, “Diyânet İşleri Başkanlığı’nın dînî bir teşkîlât değil genel [umûmî] idâre içinde yer almış idârî bir teşkîlât olduğu, başkanlığın anayasada [kânûn-i esâsîde] yer almasının ve mensûblarının me’mûr sayılarak maâşlarının bütçeden karşılanmasının devletin din işlerini yürütdüğü anlamına [mânâsına] gelmediği ,dînin devletçe denetiminin [murâkabesinin] yürütülmesinin, din işlerinde çalışacak kişilerin yetenekli [kâbiliyyetli] şekilde yetişdirilerek dînî taassubun önlenmesi ve dînin toplum [cem’iyyet] için manevî bir disiplin olmasının sağlanması [te’min edilmesi] gibi ülke koşullarının [şartlarının] zorunlu [mecbûrî/zarûrî] kıldığı ihtiyâçlara uygun bir çözüm [hall] yolu bulmak amacını taşıdığı” gerekçeleriyle [esbâb-ı mûcibeleriyle] redd edilmişdir (15 Hazîran 1972 târîh ve 14. 216 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan [neşr olunan] E:1970/53 – K:1971/76 sayılı karâr). Gerekçedeki [esbâb-ı mûcibedeki] “başkanlık mensûblarının me’mûr sayılarak maâşlarının bütçeden karşılanması devletin din işlerini yürütdüğü anlamına [mânâsına] gelmediği” ile “dînin devletçe denetiminin [murâkabesinin] yürütülmesi” ifâdeleri arasındaki çelişki [tenâkuz] açıkdır ve bu son ifâdeyle, devletin din işlerine müdâhale etmek ve dîni denetim [murâkabe] altında bulundurmak istediği ortaya konmakdadır.

Evkaf ve Şer’iyye Vekâleti’ni kaldırarak Diyânet İşleri Reîsliği’nin kuruluşunu sağlayan 429 sayılı kânûnla din ve devlet işleri birbirinden ayrılmışsa da Diyânet İşleri bütün teşkîlât ve personeliyle birlikde hükûmetin emrine verilmiş, böylece laiklik ilkesiyle bağdaşmayan “devlete bağlı din” sistemi kurulmuşdur. Uzun yıllar uygulama [tatbîkât] da bu yönde olmuş, genel [umûmî] idâre içine alındığı hâlde yeterli [kâfî] bütçe ve kadro verilmediği, ayrıca mevzū’âtı düzenlenmediği [tanzîm edilmediği] için başkanlığın [reîsliğin] hizmet ve faâliyyetleri sınırlı [mahdûd] kalmışdır.

Netekim ezân, ikâmet, tekbir ve salânın türkçe olarak icrâsı devlet emriyle sağlanmış, 2 Hazîran 1941’de kabûl edilen 4055 sayılı Türk Cezâ Kânûnu’nun Bâzı Maddelerini Değişdiren Kânûn ile 526.maddenin 2.fıkrasına ilâve edilen, “Arapça ezân ve Kâmet okuyanlar, 3 aya kadar hafîf hapis veyâ 10 liradan 200 liraya kadar hafîf para cezâsıyla cezâlandırılırlar” hükmü, 17 Hazîran 1950 târîhine kadar yürürlükde [mer’iyyetde] kalmışdır. Ayrıca başkanlık [reîslik] 1950’li yıllara kadar yayın [neşriyyât] ve irşâd faâliyyetlerini, 429 sayılı kânûnun sınırlandırdığı [hudūdlandırdığı] dar çerçeve içinde yürütmeye mecbûr olmuşdur. (Bkz. Yücel, İrfân, “Diyânet İşleri Başkanlığı” DİA, İstanbul, m.1994, c.9, s.458-460)

(4) Erdoğan, Mehmed, “Hâkimiyyet” Fıkıh ve Hukūk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, m.2013, 4.Baskı, s.171, Ensâr Neşriyyât
(5) Erdoğan, Mehmed, “Kısâs” Fıkıh ve Hukūk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, m.2013, 4.Baskı, s.307, Ensâr Neşriyyât
(6) Erdoğan, Mehmed, “Diyet” Fıkıh ve Hukūk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, m.2013, 4.Baskı, s.107, Ensâr Neşriyyât
(7) Erdoğan, Mehmed, “Hadd-i Sirkat” Fıkıh ve Hukūk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, m.2013, 4.Baskı, s.167, Ensâr Neşriyyât
(8) Erdoğan, Mehmed, “Hırâbe” Fıkıh ve Hukūk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, m.2013, 4.Baskı, s.193, Ensâr Neşriyyât
(9) Ayverdi, İlhan, s.”Tâzîr” Kubbealtı Lügati-Misâlli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, m.
(10) Başoğlu, Tuncay, “Tâzîr” DİA, İstanbul, m.2011, c.40, s.198
(11) Üzüm, İlyâs, “Hüküm” DİA, İstanbul, m.1998, c.18, s.464
(12) El-Beyânûnî, Muhammed Ebü’l-Feth, “Hüküm” DİA, İstanbul, m.1998, c.18 s.466
(13) Üzüm, ilyas, “Hüküm” DİA , İstanbul, M.1998 C.18, s.464
(14) “İmâm-ı Kasâni, El-Bedâiu’s-Senâi, Beyrut, M.1974, C.7, s.131”
(15) Ayverdi, İlhan, “Hâkimiyyet” Kubbealtı Lügati-Misâlli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul
(16) Erdoğan, Mehmed, “Hâkimiyyet” Fıkıh ve Hukūk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, m.2013, 4.Baskı, s.171, Ensâr Neşriyyât
(17) Ayverdi, İlhan, “Hâkimiyyet” Kubbealtı Lügati-Misâlli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul
(18) Erdoğan, Mehmed, “Hâkimiyyet” Fıkıh ve Hukūk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, m.2013, 4.Baskı, s.171, Ensâr Neşriyyât
(19) “Bilmen, Ömer Nasūhî, Hukūk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmûsu, istanbul, m.1985, c.3, s.369”
(20) Mustafâ Sabrî Efendi, Kitâbû-l-İlm ve’l-Akl ve’l-Mâkûl, Beyrut, m.1981, 2.Baskı c.1, s.8, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî (bkz. Ülken, Hilmî Ziyâ, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Târîhi, İstanbul, m.1979, s.198)
(21) Talu, Mehmed, Dînî Mes’elelerimiz-Sorular ve Cevâblar, İstanbul, m.2005, c.6, s.93, Kitaş
(22) Erdoğan, Mehmed, “Küfür” Fıkıh ve Hukūk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, m.2013, 4.Baskı, s.321, Ensâr Neşriyyât
(23) Erdoğan, Mehmed, “Küfür” Fıkıh ve Hukūk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, m.2013, 4.Baskı, s.321, Ensâr Neşriyyât
(24) Talu, Mehmed, Cum’a Günü ve Namâzı-Türkiye’de Dâru’l-harb Tartışmaları (Mehmed Talu Hoca İle Dînî Mes’elelerimiz Bülteni:32-Namâz Özel Sayısı:2) İstanbul, m.Hazîran-2009, s.95,Tereke Yayınevi
(25) Özel, Ahmed, İslâm Hukūkunda Ülke Kavramı: Dâru’l-islâm – Dâru’l-harb, İstanbul, Bsky.    , s.116, İz Yayıncılık

(26) “Hey’et, Fetâvâ-yi Hindiyye (Fetâvâ-yi Alemgiriyye) c.1, s.144; İbn-i Âbidin, c.1, s.759, c.4, s.308”
(27) “İmâm-ı Kâsânî, el-Bedaiû’s-Senâi, Beyrut, m.1974, c.1, s.261”
(28) “el-Bahru’r-Raık, c.2, s.155”
(29) “el-Fetâvâl-Bezzâziyye, c.6, s.311”
(30) “Dâmâd, c.1, s.166”

______________________________________________

Redd-i Talu -1-  Namlı, evvelki Yazıyı Buradan okuyabilirsiniz.

 

CEMÂL ÜNAL

İslâm Devletler Huḳūḳu

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu