Darul İslamMezhepSual & Cevâb

Osmanlı’nın Şia ile Mücâdelesinde İbn-i Kemâl (Kemâlpaşazâde)’in Rolü

 

Tarihte ve günümüzde ekseri vak’alar şunu göstermiştir ki; dinî ve mezhebî berâberlik siyasî birlikteliği getirdiği gibi her ikisi doğrudan münâsebetlidir. Osmanlı – Safevi mücadelesinde mevzunun ana temasını teşkil eden mezhebtir.

Bilhassa, Safevi devletinin Şah İsmâil ile vucud bulmasıyla Osmanlı cemiyyetine bununla tesir etmeğe çalışması ve bunun üzerinden sağlanan neticeler bize bunu izhar etmiştir. Doğuda Şiîliği resmi mezhebi olarak kabul eden ve Şah İsmâil ile birlikte kuvvet bulan Safevi devletinin var oluşu Anadolu’ da hatta Rumeli’de geniş bir şiîlik propagandası yapması sebebiyle Osmanlı idâresi, Anadolu’da Ehl-i Sünnet/Sünnî i’tikadın yerleştirilmesini bu toprakla­rın Osmanlı hâkimiyetinde kalmasının bir temînatı olarak görmüştür. 

Safevîlerin Anadolu’da yürüttüğü Şiîlik propagandası Osmanlılar cihetinden devletin vahdâniyetini parçalayacak bir tehdit olarak idrak etmiş ve problem daha ziyâde dini ve bunun semeresi olarak da siyâsî olarak değerlendirilmiştir.

Osmanlı Devleti, Şiîlik propa­gandalarıyla mücadele edebilmek ve Râfizîliğe yani “Kızıl­başlık’a” karşı efkâr-ı umûmiye oluşturabilmek için devletin hâkim i’tikadi mezhebi olan Sünnîliğin takviye edilmesine ve bu istikāmette Osmanlılar, siyasî ve ekonomik tedbirlerin yanı sıra, Anadolu halkını şuurlandırmak için, hem cemiyyet hem de devlet nezdinde mûteber olan âlimlerden istifade etmiştir. Bu âlimler, Râfizîlerin  Şeriat-ı Muhammediyye harici pek çok unsuru içlerinde barındırdıklarını açıklayan risâleler kaleme almışlardır. Söz konusu ilim adamlarının önde gelenlerinden biri de Kemal Paşazâde’dir. Yavuz’un Anadolu Kazaskeri olan ve doğu seferine de bilfiil iştirak eden Kemal Paşazade, Râfizîlerin dini vaziyyetini beyan etmek ve onlara karşı cihat etmenin meşru olduğunu izah etmek üzere “İkfâru’ş-Şi‘a” (Şiîlerin tekfir edilmesi), “Risâle fî beyân-i firaki’d-dâlle” (Sapık grupların açıklanması hakkında risale), “Risâü fî tekfîri’r-Ravâfiz” (Râfizîlerin tekfir edilmesi hakkında risale) vb. baş­lıklar altında risâleler kaleme almış ve ayrıca fetvalar neşretmiştir.

Kemal Paşazâde, Osmanlı devletinin mühim bir devlet adamıdır. Yavuz Selim’in Anadolu kazaskeri ve Kanûnî’nin şeyhülislâmı (1526-1534) olan İbn Kemal, dinî/itikâdi meselelerin yanı sıra İçtimaî ve siyasî hadiselere de müdâhil olmuş, devletin idâmesi istikametinde hareket etmiştir. Onun, Şah İsmâil ve taraftarları hakkında yazdığı risaleler ve özellikle bu maka­lede üzerinde durulacak olan “İkfâru Şah İsmâil/ Risâle fi İkfâri’ş-Şia” gibi risale ve fetvalarını yaşadığı dönemin sosyo-politik ve dinî inkişafi çer­çevesinde ele alıp değerlendirmek gerekir. Bu değerlendirmeyi yapmadan önce Safevî-Osmanlı münasebetlerini kısaca ortaya koymak Kemal Paşazâde’nin mevzuyla alakalı fetva ve risalelerinin arka planını fehmetmemize yardımcı olacaktır.

A.  Safevîler

Şah İsmail

Safevîler, İran’da başlangıçta bir tarikat temsilcisi iken sonradan güçlü bir siyasî yapı oluşturmuş hanedandır. Bu hanedan adını Safevîye tarikatı reisi Şeyh Safiyuddin’den almıştır. Aslında Sünnî olan bu zat yaşadığı İlhanlılar devrinde tarikat merkezi olan Erdebil’de büyük bir şöhret yapmış, pek çok taraftar toplamış ve İlhanlılar Devleti yöneticilerinin saygısını kazanmıştır. 1334 de, vefatından sonra yerine oğlu Sadreddin (1334-1393), daha sonra Hoca Ali (1392-1429), Şeyh İbrahim (1429-1447), Şeyh Cüneyd (1447-1460), Şeyh Haydar (1460-1488) ve nihayet Şah İsmâil’e (1501-1524) geçmiştir. Bu tarikatın şöhreti zamanla Erdebil’in sınırlarım aşmış; Irak, Suriye, Anadolu ve İran’ın büyük bir bölümüne yayılmış ve buralardan gelen ziyaretçilerin uğrak yeri olmuştur. Bursa’da bulunan Osmanlı Padişahlarınca da şöhretleri bilinen bu zatlara, tarikat siyasî faaliyetlere başlamadan evvel her sene çerağ akçesi denilen hediyeler gönderilmiştir.

Safevî tarikatı, Hoca Ali’yle birlikte Şiîliğe mütemâyil bir mâhiyet almış­tır. Şeyh Cüneyd zamanında ise tarikat tamamen siyasî gayeler taşıyan bir sürece girmiştir. Şiîliği tamamen benimseyen bu şeyh, Azerbaycan, Doğu Anadolu ve İran’ın diğer bölgelerine bizzat gitmek ya da müritlerini gönder­mek suretiyle kuvvetli bir davet faaliyetine girişmiş ve yer yer isyanlar çıkar­mıştır. Siyasî hedefini gerçekleştirmek için Gürcü ve Çerkezler üzerine sefer­ler düzenlemiş, neticede Şirvan hükümdarı Halil ile vukû bulan savaşta öl­dürülmüştür (4 Mart 1460). Daha sonra yerine oğlu Haydar geçmiştir.

Şeyh Haydar, on iki dilimli kızıl taç giymeye ve kırmızı renkli sarık sarma­ya başlamış, müritlerine de derecelerine göre aynı tacı sarıksız olarak giydirmiştir. Şeyh Haydar’ın bu uygulaması ile birlikte Safevî şeyhle­rine tâbi olanlara  tefrik gâyesi ile Sünnîler cihetinden “Kızılbaş” adı verilmiştir. Şeyh Haydar, babasının intikamım almak için Şirvan hükümdarı Ferruh Yaser üzerine yürümüş, fakat savaş meydanında öldürül­müştür (9 Temmuz 1488). Yerine 13 yaşındaki oğlu İsmâil getirilmiştir. O sırada Akkoyunlu devletinde baş gösteren saltanat kavgalarından fayda­lanmasını bilen İsmâil, öteden beri Erdebil şeyhlerine bağlılıklarıyla bilinen ve çoğu Anadolu’da meskûn olan Ustaclu, Şamlı, Rumlu, Musullu, Tekeli, Bayburtlu, Çapanlı, Karadağlı, Karamanlı, Dulkâdır, Varsak, Avşar, Kaçar gibi Türkmen aşiretlerini etrafına toplamıştır. Şah İsmail’in Anadolu halkı üze­rindeki tesiri, ceddi Şeyh Safiyyüddin’e ve dolayısıyla Safevî tarikatına yöne­lik sevgi ve saygıya dayanıyordu. Nitekim Şah İsmâil 300 atlıyla Erzincan’a geldiğinde Anadolu’nun pek çok yerinde dedesinin müritleri olduğundan ilgi ve alaka çekmiş ve çevresine büyük bir kalabalık toplamıştır.

Şah İsmâil’in yıldızının parladığı ve üst üste başarılar elde ettiği bu devirde Osmanlı Sultanı II. Bayezid iç ve dış problemler ile uğraşıyordu. İçte, Anadolu birliğinin kurulamamış olması hasebiyle sosyal ve siyasî bazı meselelerin yanı sıra Şehzade Cem vakası, dışta da İnebahtı, Moton ve Koron savaşlarıyla meşguldü. Bu vaziyyet Şah İsmâil’e Ana­dolu’da daha rahat hareket edebilme imkânı vermişti. II. Bayezid’in son devrinde Şah İsmâil’in dâîleri Anadolu’nun her tarafında çok tesirli propaganda­lar yapıyorlardı. Onlara meyleden halk, mal ve mülklerini satıp Şah’ın tara­fına geçme temâyülü göstermeye başlamışlar idi.

Nitekim bu vaziyet Osmanlı müverrihi Hoca Sadeddin’in (ö.1008/1599) aşağıdaki dizelerinde gayet güzel ifade edilmiştir:

Türkler terk edüp diyarların/ Sattılar yok pahaya davarların,
Başa taç aldı vü çıktı ol ferîd / Âlem ehlin ser-beşer itti mürid.
Şimdi Rûm içre müridi çok durur / Ana meyletmez vilayet yok durur
Başına taç aldı çıktı ol pelîd / İtti duygusuz Türkleri mürid.

Şah İsmâil, kısa zaman içinde zaptetme hareketine başladı. Azerbaycan ve Irak-ı Arab’ı zaptetti, Diyarbakır ve Elbistan’a kadar olan bölgeleri hâkimiyeti altına aldı. Akkoyunlu Devletini ortadan kaldırdıktan sonra bu hanedana mensup olanların hepsini katletti. Böylece Şah İsmâil, İran’da siyasî birliği kurmayı başardı. Başlangıçta sadece baba ve dedesi ile müritlerine karşı girişilmiş olan şiddet hareketlerinin intikamını almayı ve Akkoyunlu ülkesini ele geçirmek suretiyle Şiî bir devlet kurmayı tasarlamış olan Şah İsmail, kısa zamanda arzu ettiğinden fazlasına ulaştı. Yaptığı savaşlardan galip çıkmasına rağmen iki büyük güçle karşı karşıya bulunuyordu: Doğuda Özbekler, batıda ise Özbeklerle mukayese kabul etmeyecek derecede mü­kemmel bir teşkilata sahip ve kendinden üstün kuvvetlere mâlik olan Os­manlılar. Bununla birlikte, müritleri vasıtasıyla bu ikinci kuvvetin içinde sür­dürdüğü propaganda sebebiyle kendisi de Osmanlılar için büyük bir tehlike oluşturuyordu. Şah İsmail, asıl büyük rakibinin Osmanlı Devleti olduğunu gayet iyi biliyordu. Tek başına onlarla baş edemeyeceğinden devrinin diğer büyük Türk devleti Memlûkler’e elçiler göndererek işbirliği teklifinde bulun­du, hatta Avrupalı devletlerden yardım alma yollarını araştırdı. Şah İsmâil, Osmanlı engelinin aşılması durumunda Safevî kudreti karşısında direne­bilecek hiçbir gücün bulunmadığını pekâla biliyordu.

Şiî an’ane de hükümdar sadece devletin başı değil aynı zamanda dinî ve ruhanî lider mevkiindedir. Gücünü de buradan alır. Bu sebeple Şah İsmâil, halkın gözünde devlet reisinden çok daha ulvî bir yere sahiptir. Bu husûsiyet, Anadolu’daki kızılbaş Türk kabilelerinin Şah İsmail’i desteklemelerine yardımcı olmuştur. Şah, özellikle Türkmen aşiretlerini yine Türk ve Müslüman olan Osmanlı Devletine karşı kışkırtmış ve isyana teşvik etmiştir. Geçmişte Osmanlı Devleti, Timur ve Uzun Hasan gibi Türk ve Sünnî olan tehditlerle baş edebilmişti. Hâlbuki Safeviler Osmanlı Devletini içten sarsa­bilecek mezhebî bir kuvvete sahipti. Afganistan’dan Doğu Anadolu’ya kadar geniş bir alana hükmeden Safeviler, Şiîliği siyasî bir kuvvet olarak elinde tutmuştur. Şah İsmâil’in hedefi, Şiîliği Batı Anadolu Türkleri arasında da yayarak buraları ele geçirmekti. Devletinin bekası açısından Doğu Anadolu Safeviler için ne ka­dar mühim ise Batı Anadolu da Osmanlılar için o kadar mühimdir. Bu sebeple Yavuz’un Sünnîlik davası Doğu Anadolu davası demek olduğu gibi, Şah İsmâl’in elinde de Şiîlik davası Batı Anadolu davası demekti.

Şah İsmâil, saltanatını yeterince kuvvetlendirdikten sonra aşırı derece­de Şiîliğe bağlanmış Şiîlik propagandası ile kuvvetlendirdikten sonra, Sünnilik karşıtı propagandaya ehemniyyet vererek bazı hu­suslarda değişikliğe gitmiştir. Bunlardan en ilginci, ezana yaptığı ilavedir. O, ezanın “Eşhedü enne Aliyyen veliyyullah” şeklinde okunmasını, cami­lerde Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın açıktan lanetlenmesini emretmiş­tir.

B. Osmanlılar

Yavuz Sultan Selim
Yavuz Sultan Selim

II. Bayezid dönemi içte ve dışta birçok sosyo-politik problemlerin ortaya çıktığı zor bir dönemdir. Kıtlık, salgın hastalık ve tabu felaketlerin yanı sıra devletin ve halkın vaziyeti menfi yönde tesir eden ve sosyal huzursuz­luklara sebep olan Şehzade Cem olayı, Şahkulu isyanı gibi ayaklanmalar vuku bulmuştu. Bu sırada II. Bayezid, İnebahtı, Modon, Koron gibi savaşlar­la meşguld idi. İçte ve dıştaki bu problemler sebebiyle tam bir birliktelik sağlanamamıştı. Bütün bu menfi neticelere ilaveten II. Bayezid, son dönemlerinde hastalanmış ve devlet işlerini vezirlerine devret­mişti. Celâlzâde Mustafa Çelebi (Ö.975/1567) bu vaziyyeti hülâsa şöyle dile getirmektedir: “II. Bayezid yaşlı ve hasta olduğundan memleketin işlerini vezirlerine terk etti. Onlar da devleti kendi menfaatleri doğrultusunda yönetip halkı perişan bir durumda bıraktılar. Ehli olmayan birçok kimse üst makamlara getirildi ve neticede adalet kapıları kapanıp rüşvet ve taassup kapıları açıldı; tımar, ehline verilmeyip en çok rüşvet verene açık artırma ile satılır oldu…”

Böyle bir sosyo-ekonomik ve siyasî vasatta halkın hoşnutsuzluğu iyiden iyiye artmış ve Osmanlı yönetimi içinde yeni bir sultan arayışı baş göstermiştir. Şehzade Ahmed, Korkut ve Selim arasında taht mücadelesi meydana gelmiş ve neticede Yavuz Selim tahta çıkmıştır (1512). O, büyük bir tehlike arz eden Şiî-Safevî tehdidi karşısında son derece duyarlı davranmış; içteki problemleri bertaraf ettikten sonra ilk fırsatta Şah İsmail üzerine yürümeyi planlamıştır.

Osmanlı Devletinin bütünlüğünü tehdit eden Şiî tehlikesinin büyüklüğünü göstermesi bakımından II. Bayezid devrinde zuhur eden Şahkulu ve Nur Ali isyanları mühimdir. Sultan II. Bayezid zamanında Türkmenleri harekete geçi­rerek Anadolu’da büyük kargaşaya sebep olan Şiî dâîsi Şahkulu, Şeyh Haydar tarafından yetiştirilmiştir. Küçüklüğünden itibaren Şiî tesirde kalmıştır. Aldığı buyruk gereğince memleketi Teke (Antalya) Türkmenlerini dinî ve siyasî tel­kinlerle kendine bağlamıştır. Şahkulu, II. Bayezid’in zayıf yönetimi, şehzadele­rin taht mücadeleleri ve ictimaî bir takım adaletsizlikler nedeniyle rahat hare­ket edebilme imkânına sahip olmuş, üzerine gönderilen Osmanlı birliklerini mağlup etmiş; Anadolu Beylerbeyi Karagöz Paşa’yı ve Sadrazam Hadım Ali Paşa’yı öldürmüş ve sonunda İran’a geçip Şah İsmâil’e katılmıştır.

Yavuz Sultan Selim Hân’ın tahta çıkmasının akabinde Nur Ali Halife, Şah İsmâil’in direktif­leri doğrultusunda harekete geçmiş; Sivas, Amasya, Tokat ve Çorum Alevîlerini ayaklandırmıştır. Üzerine gönderilen Osmanlı ordusunu yenmiş ve Er­zincan’a dönüp Şah’a katılmıştır. Bütün bu isyanlar, veziyetin ne kadar nazik olduğunu göstermesi cihetinden çok mühimdir. Osmanlının birlik ve bü­tünlüğünü tehdit eden Şah İsmâil tehlikesi karşısında bir an evvel tedbir alın­ması gerekmekteydi. Devletin bütünlüğünü muhafaza edebilmek için kendi­sine karşı mücadele eden şehzadeler problemini kuvvetle halleden   Yavuz, Şah İsmâil ve taraftarlarına karşı gerekli tedbirleri almaya son derece gayret sarfetmiştir.

Anadolu’da, Osmanlı Devletinin emniyeti cihetinden Şiî-Râfizî tehlikesi­nin büyüklüğünü anlamamıza yardımcı olacak diğer bir hadise de Celâlî is­yanları dır. Yavuz Selim, Çaldıran, Ridâniye ve Mercidabık savaşlarını kazan­mış, Şah İsmâil ve Memluk devletlerini çökertmiş olmasına rağmen Anado­lu’da Celâlî diye isimlendirilen Kızılbaş kaynaklı isyanlar zuhur edebilmiş­tir. Bu isyanların temelinde tek sebep olduğu söylenebilir. İlki, sosyo-ekonomik, diğeri mezhebidir. Her ne kadar Sosyo ekonomik olduğu kitaplarda dile getirilsede vaziyyet bize mezhebi bir vak’anın olduğunu gösterecektir.

Yavuz Selim, Anadolu’da düzeni bozanların takip edilmesi ve cezalandı­rılmaları gibi zecrî tedbirlerin yanı sıra hem Sünnî halkın itikadını kuvvet­lendirmek, hem Şiîliğe meyledenlerin önünü almak, hem de Şah İsmâil’le ya­pacağı savaşın dinî cihetten sakıncalı olmadığına hatta bir zorunluluk olduğu­na dair umûmun desteğini almak için ulemâdan teyid istemiştir. İşte burada karşımıza Kemal Paşazâde ve İdrîs-i Bitlisî gibi âlimler çıkmaktadır. Bunlar, Osmanlı devletinin siyasî ve mezhebi mevkisini göz önüne alarak Şah İsmâil’in şahsında Râfizîlere yönelik bazı icraatler yapmışlardır. Râfizîlerin işledikleri fiiller ve bazı aşırı inançlar sebebiyle İslâm dışı olduklarını, onlarla cihat etmenin bütün Müslümanlara farz-ı ayn olduğunu bildiren fetva ve risâleler yayınlamışlardır.

C. “Kemâl Paşa-zâde” ve Şiaya Bakışı

İsmi, Ahmed bin Süleymân bin Kemâl Paşa, lakabı Şemseddîn’dir. Dedesi Kemâl Paşa’ya izafeten “Kemâl Paşa-zâde” ve “İbn-i Kemâl” isimleriyle tanınmıştır. 873 (m. 1468) senesinde doğdu.

İbn-i Kemâl Paşa, ilimde yetişmesini bizzat kendisi şöyle anlatır: “Sultan İkinci Bâyezîd Hân ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halîl Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa idi. Şanlı, değerli bir vezîr idi. Ahmed İbni Evrenos adında bir de kumandan vardı. Kumandanlardan hiçbiri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise, vezirin ve bu kumandanın huzûrunda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defasında, eski elbiseler giyinmiş bir âlim geldi. Bu, kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Ben buna hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim olduğunu sordum. “Filibe Medresesi müderrisi, âlim bir zâttır. İsmi Molla Lütfî’dir.” dedi. “Ne kadar maaş alır” dedim. “Otuz dirhem” dedi. “Makamı bu kadar yüksek olan bu kumandandan yukarı nasıl oturur?” dedim. “Âlimler, ilimlerinden dolayı ta’zim ve takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezîr buna râzı olmazlar” dedi. Düşündüm, “Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi olurum” dedim ve ilim tahsîl etmeye niyet ettim. Seferden dönünce, o meşhûr âlim Molla Lütfî’nin huzûruna gittim. Sonra Edirne’deki Dâr-ül-hadîs müderrisliği bu zâta verildi. Ondan “Metali Şerhî”nin haşiyelerini (açıklama ve ilâvelerini) okudum.

”Kemal Paşazâde, kâmil manada bir Ehl-i Sünnet müdafaacısı ve tavizsiz bir Ehl-i Bid’at karşıtıdır. Neşrettiği eserleriyle o, Anadolu’da yayılma eğilimi gösteren Bâtınî ve Safevî-Şiî propagandalarının önüne geçmeyi gâye edinmiştir. Mezheplerle alâkalı neşirlerinde hususen fıkhî cihetinin ağırlıkta olduğu hemen her mevzuda görülmekte­dir. Bununla birlikte onun Şiayla ilgili beyanlarında tâyin edici unsurun Din-i Mübin-i İslâm olduğu aşikare anlaşılmaktadır

O, Ehl-i Sünnet dışındaki fırkalara ve özellikle Şiaya sert bir üslupla reddiyelerde bulunup, onların dalâlet ehli ve İslam dışı olduklarını açıklamıştır.

Kemal Paşazâde, İslâm mezheplerini Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bid’at şeklinde iki ana guruba ayırmış; Ehl-i Bid’at fırkalarını Hz. Peygamber (s.a.v)’den rivayet edilen 73 fırka hadis-i şerifini (1) esas alarak; Hâriciyye, Râfizîyye, Kaderiyye, Cebriyye, Cehmiyye ve Mürcie olmak üzere altı ana ekole ayırmış ve bunlardan her birinin 12 fırkadan meydana geldiğini bildirmiştir. Râfîzîleri oluşturan on iki fırka; Aleviyye, Bedeviyye, Şia, İshâkiyye, Zeydiyye, Abbâsiyye, İsmâiliyye, Eyyâmiyye (İmâmiyye), Tenâsuhiyyi, La’niyye, Raci’iyye ve Mirasiyye’dir. İbn Kemal, Ehl-i Sünnet dışındaki diğer fırkalarla birlikte Râfizîlerin de İslam dışı olduklarını kat’i olarak beyan etmiştir.

O, bu mes’elede şunu demektedir:

“Bu fırkaların hepsi mübtedi’dir. Sultan’ın onları tövbe etmeye çağırması, eğer reddederlerse öldürmesi icap eder. Râfizîlerin ekserisi mürteddir. Çün­ki, bu aşırı Şiîlerden bir kısmı Ali (Kerremallâhu Vecceh) ’nin ilâh olduğuna inanır; şimşek onun kam­çısının sesi, gök gürlemesi de kendi sesidir, derler. Aynı şekilde gök gürleme­sini işittiklerinde “Selam sana olsun Ey Müminlerin Emiri” derler.”

Bilaha­re aşırı Şiî grupların fikriyâtını beyan eden Kemal Paşazâde, İmâmiyye’nin tamamının Kur’an’ın değiştirilmiş olduğuna inandıklarını nakletmiştir. Böylece Kemal Paşazâde Revâfiz mezhebinin aşırı olanlarını tekfir etmiş, sonra da onlar hakkında gerekli olan fıkhî hükümleri açıklamıştır.

Kemal Paşazâde, devletin birliğinin muhafazası için halkın inanç ve yaşayışını menfi cihtte tesir edecek her türlü cereyanlara  karşı sert tedbirler alınmasından yana olmuştur. Yavuz’un Ana­dolu Kazaskeri olduğu dönemde Osmanlı Devletinin dirlik ve düzenine en büyük tehdidi oluşturan Şah İsmâil ve taraftarları için verdiği fetvalar ve yazdığı risâleler bunun en mühim delilidir. Kemal Paşazâde, devletin birlik ve bekâsı için Ehl-i Sünnet inancının korunmasına o kadar ehemniyet vermiştir ki, Şiî-Râfizîlerle savaşmanın diğer kâfirlerle savaşmaktan daha faziletli ol­duğunu yönünde kanaat bildirmiştir.

Başka bir yerde ise İbn Kemal, Safevîlerle yapıla­cak savaşı, Hz. Ebû Bekir’in hilafeti döneminde zuhur eden yalancı peygam­ber Müseylimetü’l-Kezzâb ile ashabın savaşmasına ve Hz. Ali’nin Haricilerle savaşmasına benzetmiştir. İbn Kemal, Şah İsmâil ve dâîlerinin yıkıcı faaliyetlerine karşı cemiyyeti ikaz etmekte son derece başarılı ol­muştur. Bu özelliğiyle Yavuz Selim ve Ehl-i Sünnet ulemâsının nazarında büyük bir kıymet kazanmıştır.

Hatta denilmiştir ki, uelmâ’nın ve Yavuz Sultan Selim han’ın bu mevzuda dirâyeti olmasa tüm Anadolu şiileşecek idi.

Kemal Paşazâde’nin fetvaları o günkü Osmanlı cemiyyetinin dinî, ahlakî ve hukukî yapısı yanında siyasî ve İçtimaî hayatı aksettirmesi cihetinden de oldukça mühim belgelerdir. Şah İsmâil ile Şiîlere karşı açılacak savaşta cihad hükümlerinin geçerli olacağı şeklindeki fetvasıyla o, İran’a yapılan seferin dinî gerekçesini beyan etmiştir. Nitekim İran seferi evvelinde Şah İsmâil ve taraftarlarının tekfir eden aşağı­daki risâlesi/fetvası Osmanlı devletinin Ehl-i Sünnet hassasiyetini göstermesi cihetinden ol­dukça dikkat celbedicidir. Yukarda hulâsa olarak verilmeye çalışıldığı üzere, Osmanlı- İran ilişkileri çok nazik bir duruma gelmiş ve artık savaş kaçınılmaz olmuştur.

İşte bu vaziyyette Kemal Paşazade, Şah İsmâilin İslam’dan hurûc ettiğini, onunla harb etmenin vacip olduğu hükmü vermiş ve bu muhârebeye bütün Müslümanların iştirak etmesinin farz-ı ayn olduğunu söylemiştir.

D.  Şah İsmâi’in Tekfiri Hususunda Risâlesi

Risale fî İkfâri Şah İsma‘îl

“Bu risâle, bütün diyarlardaki şöhreti hasebiyle kervan ve yolcu­ların kendisini yâd ederek yürüdüğü vezir İbn Kemal’in; Şah İsmâil -din gününe kadar ilahi yardımdan mahrum ve melûn olasıca, askerleri, tâbîleri ve taraf­tarlarının tekfiri mevzuundadır:

Hamd yüce, kudretli, kuvvetli ve kerim olan Allah’a mahsustur. Salât (dua), doğra yola ileten Muhammed’e ve sağlam din yolunda ona tâbî olan­lara olsun.

İmdi:

Müslümanların ülkelerinde, müminlerin diyarında bir Şiî taifesi, pek çok Sünnî beldesini ele geçirip batıl mezheplerini izhar ettikleri­ne dair haberler tevatür derecesine ulaşmış, (buna dair) işaretler artıp ço­ğalmıştır.

Bunlar (Şah İsmâil ve taraftarları), İmam Ebû Bekir, İmam Ömer ve İmam Osman’a (Allah onlann hepsinden razı olsun) kötü söz söylemekte (sebb), bu raşid halifelerin ve hidayet önderlerinin halifeliklerini inkâr et­mektedirler.

Şah İsmâil adım verdikleri baş ve başkanlarının yoluna girme­nin hilafına müçtehitlerin mezhebine girmenin meşakkatten hali olmayaca­ğını iddia ederek şeriât-ı Muhammediyye ve şeriat ehline hakaret etmekte, müçtehitlere sebbetmekte olup Şah’ın yoluna girmenin kolay ve son derece faydalı olduğunu iddia etmektedirler.”

Onlar, Şah’ın helal kıldığının helal, haram kıldığının haram olduğunu id­dia etmektedirler. (Mesela) Şah’ın şarabı helal kıldığından dolayı şarabın helal olduğunu söylemektedirler. Kısacası, onların kâfir olduğu hususu bize tevatür yoluyla nakledilmiştir. Bu vaziyyette biz onların küfründe ve mürtedliklerinde asla şüphe etmeyiz.

Ülkeleri dâru’l-harbtir.

Erkekleri ve kadınlarıyla evlenmek ittifakla batıldır. Kestikleri murdardır. Onlara mahsus olan kırmızı kalensüvayı (başlığı) zaruret olmaksızın kim giyerse küfür korkusu galiptir (kâfir olma­sından korkulur). Zira, bu (kalensüva) zahiren küfrün ve dinsizliğin alametlerindendir.

Sonra, onların hükmü mürtetlerin hükmü gibidir. Öyle ki, onların şehir­leri ele geçirilirse oraları dâru’l-harb olur ve Müslümanlara onların malları, kadınları ve çocukları helal olur. Erkeklerinin ise, Müslüman olmaları duru­mu müstesna katli vaciptir.

Bunlar, Müslüman oldukları takdirde Müslüman hür kimseler gibi hür olurlar. Fakat zındık olduğu ortaya çıkan kişinin he­men öldürülmesi gereklidir. Bir insan, dâru’l-İslâm’ı terk edip onların batıl dinini tercih ederek onların diyarlarına gitse bu durumda kadı onun öldüğü “hükmünü verebilir, malını varisleri arasında taksim edebilir, zevcesini başka bir erkeğe nikâhlayabilir.

Şu bilinmelidir ki, onlara karşı cihat etmek, onlar­la savaşa gücü yeten bütün Müslümanlara farz-ı ayındır.

Şimdi zikrettiğimiz ahkâmı doğrulayan şer’î meseleleri açıklayacağız, tevfik Allah’tandır.

El-Bezzâziye’de zikredilmiştir:

“Ebû Bekir’in (Allah ondan razı olsun) halifeliğini inkâr eden kimse daha kuvvetli olan görüşe göre kâfirdir. Ömer­’in (Allah ondan razı olsun) halifeliğini inkâr eden kimse de daha kuvvetli olan görüşe göre kâfirdir. Haricilerin de Osman’ı (Allah ondan razı olsun) tekfir etmelerinden dolayı tekfir edilmeleri gerekir.”

Tatarhaniyye’de şöyle denilmiştir:

 “Ebû Bekir’in (Allah ondan razı ol­sun) halifeliğini inkâr eden, sahih kavle göre kâfirdir. Keza Ömer’in halifeli­ğini inkâr eden de böyledir. Bu hüküm, görüşlerin en sahihidir. Şeyhayn’i (Ebû Hanîfe ve İmam Şâfii) tekzip etmek de küfürdür. Bir kimse “Ben Ebû Hanîfe’nin mezhebinden beriyim” veya “Ben Şafii’nin mezhebinden beriyim” derse kâfir olur.

İslâm dininde şarap içmek gibi haram olduğu bilinen bir haramı helal sayan kimse kâfirdir. “el-Kunye’de ilim ve âlimle alay etmenin küfür oldu­ğu belirtilmiştir. el-Bezzâziye’de bunların hükümleri mürtetlerin hükümleri­dir, denmektedir. el-Muhtar’ın şerhi olan el-İhtiyar’da  ise mürtetler mağ­lup edildiklerinde diyarları dâru’l-harp, malları da ganimet olur, denilmekte­dir.

El-Kâfî’de (2) zikrediliyor ki: “Mürtetlerin nikahı ittifakla batıldır. Mürtetlere galip geldiğimizde, -Arap müşrikleri gibi- onlardan İslâm’dan başka bir şey kabul edilmez, ya da kılıç yani ölüm; (bu takdirde de) malları, kadınları ve çocukları Müslümanlar arasında paylaştırılır. Bazı şafi kitaplarda şöyle açıklanmıştır: Allah korusun, kim irtidat edip dâru’l-harbe iltihak eder ve (durumun böyle olduğuna dair kesin) hüküm verilirse artık onun kölesi ve ümm-ü veled durumundaki cariyesi azat olur.

Sadru’ş-Şerî’a  der ki: “Kâfirler her hangi bir sınırdan hücum ederse oraya yakın olan kimseler üzerine -eğer cihat etmeye güçleri yetiyorsa- ci­hat farz-ı ayındır. Sınırdan uzak kimselere de bu haber kendilerine ulaştığı ve onlara ihtiyaç bulunduğu takdirde farz-ı ayındır, sonra doğuda ve batıda olan bütün Ehl-i İslâm’a farzı ayın olur” Bu doğru bir sözdür. Bundan dolayı Müslümanların Sultanına bu kâfirlerle cihat etmek vaciptir. Nitekim Yüce Allah “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihat et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeri­dir” diye buyurmuştur. Dikkat edin! Bütün işler Allah’a döner.”  (Müellifin sözü burada bitti)

Kemal Paşazâde, fetvanın gerekçesini giriş kısmında “Müslümanların ülkelerinde, müminlerin diyarında bir Şiî taifesi, pek çok Sünnî beldesini ele geçirip batıl mezheplerini izhar ettiklerine dair haberler tevatür derecesine ulaşmıştır” diyerek ifade etmektedir.

Kemal Paşazâde, Şah İsmâil ve taraf­tarlarının mürted, ülkelerinin de daru’l-harb olduğunu şu esbâb-ı mûcibelere da­yandırmaktadır:

1- Bunların (Şah İsmâil ve taraftarları), Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman’a kötü söz (sebb) söylemeleri, İlk üç halifenin hilafetini kabul etmeyip ve bunlar hakkında kötü sözler sarfedip bunların Hz. Ali’nin hakkını gasp ettiklerine inanmaları.

2- Müçtehit imamlara lanet edip, buna karşılık Şah’ın yoluna girmenin kolay ve son derece faydalı olduğunu iddia etmeleri,

3- Şeriât-ı Muhammediyyenin değilde, Şâhın helal kıldığını helal, haram kıldığını haram kabul etmeleri.

4Hz. Aişe ve sair sahabeler hususunda ise, aynı tavrı takınıp onları hem sebb etmeleri hemde lanetlemeleridir.

Şianın imamet mes’elesini mezhebin merkezine alıp diğer hususları tâli gördüğü dikkate alı­nırsa bu mesele daha iyi anlaşılabilir. Şia’ya göre devlet reisliği, insanların seçimine bırakılamaz. Devlet reisliğine tâlip imamın Haşimî ve Alevî olması en muhim kifâyet sebebidir.

İslâm hukukunda ise hilâfet meselesi Müslümanların uhrevi ve dünyevî işlerini devam ettirebilmek için ihtiyaç duydukları bir makam olup dînî, ilmî, idârî ehliyet; liyakat ve şecaat gibi özelliklere sahip olan her Müslüman devlet reisi seçilebilir. Rasulullah Efendimiz (Sallallahu aleyhi vessellem) ‘in  arkadaşlarının hepsi fazilet ve adalet sahibidir. Onlara karşı saygılı ol­mak esastır. Bununla birlikte, bazı sahabeyi küçük görmek, onlara buğz et­mek ve haklarında kötü söz söylemek bid’at ve sapkınlık olarak görülmüştür.

Şah İsmâil’in helalleri haram, haramları helal kılması mes’elesine gelince; Allah’ın haram kıldığı bir şeyi helal, helal kıldığını haram kabul etmenin ve bunu açıklamanın kişiyi din dairesinin dışına çıkaracağı kesindir. Şah İsmâil, açık-seçik bir şekilde şarabın helal olduğunu söylemiştir.

İbn Kemal, bu sebeblere dayanarak, yukarıdaki esbâbımûcibeler doğrultusunda Şah İsmâil ve taraftarlarının dinden çıktığını ve bunun neticesinde va’z hükümlerin onlar hakkında tatbik edilmesi ge­rektiğini ifade etmiştir:

Netice

Başta Kemal Paşazâde vesair Ulema olmak üzere, Yavuz Selim ve akabindeki Osmanlı Sultanları  birlik ve düzeni bozacak bu tehlikeye karşı tedbirler almış, Daru’l Harb dedikleri İran’a göçü yasaklamışlar, Râfizî fikriyatın yayılmasına engel olmaya çalış­arak kendi memleketlerini muhafaza, hülasa ehl-i sünnet i’tikadındaki cemiyyeti emniyet altına alma yoluna gitmişlerdir. Bunu da devletin bekası için son derece ehemniyyetli bir mes’ele görmüşlerdir.

Tüm bu gayretlerin neticesinde Şah İsmâil, ulemanın bu fırka husûsunda tetebbuları, akabinde fetva ve gayretleri, Yavuz Sultan Selim Hân’ın cesaret ve dirâyeti neticesinde Şah İsmâil ve Şiası bertaraf edilmiş ve bu sayede 2. Bayezid devrine kadar sağlanamayan Anadolu birliği Yavuz devrinde kurulmuş ve kemâle ermiştir.

İbn-i Kemal Hazretleri’nin kabri (Edirnekapı – İstanbul)

DİPNOTLAR

1  . Rasulullahın (sallallahu aleyhi vessellem)  şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bun¬lardan biri dışında hepsi cehenneme gidecektir. Bu tek fırka da firka-i naciye (kurtuluşa eren firka)dır.” (bk. Tirmizî, İman, 18; İbn Mace, Fiten 17; Ebû Dâvud, Sünnet 1; Müsned, n, 332, O, 120, 148)

2.  Ebu’l-Fadl Muhammed b. Muhammed el-Mervezî el-Belhî el-Hâkimu’ş-Şehîd (241-334/ 855¬945) meşhur bir Hanefi fakihidir. İmam Muhammed’in Zâhiru’r-rivâye anılan eserinden derleyerek telif ettiği el-Kâfi adlı bu eseri mezhebin temel kaynaklarından biridir, (bk. Ahmet Özel, a.g.e., s.32)

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu